• ANASAYFA



 
AVNİ MEMEDOĞLU'NUN YAZILARI :

PİCASSO-EGZOTİQUE SAN'AT VE ÇAĞIMIZDA ORİJİNALİTE HASTALIĞI

 

Tanınmış ressam Picasso, kendi sanatında daha derin ve daha adamsal (beşeri) bir düzeye (seviyeye) erişebilmek amacıyla çok eski ulus ve budunların (kavimlerin) çağımızda yaşayan ilkel toplulukların sanat yapıtlarını etüd etti:

Eski Mısır, Zenci, Yunan, Roma, Bizans, Aztek ve İnka vb. sanatları üzerinde uzun ve yorucu araştırmalar yaptı. Bu denemelere yakın arkadaşı ressam Modigliani ile beraber girişmişlerdi.

Milattan önce ve milattan sonra yaşanmış budun, oymak ve ulusların uygarlıklarını etüd etmek, onların sanatlarını incelemek, her gerçek ve aydın sanatçı için doğal bir gereksinmedir (tabiî bir zarurettir).

Bu güne değin yaşamış bir çok ünlü sanatçı bu yolu izlemiş, tarihin uygarlık ve san'at erinçliğinden (nimetlerinden) faydalanmışlardır. Böylece faydalandıkları sanat ve uygarlık kollarına ve çeşitlerine, kendi çağının ileri düşünce ve görüşlerini de katarak dünyamızın genel uygarlık ve sanat zincirine yeni bir halka daha eklemişlerdir.

Sanat tarihi bize bu bilimsel gerçeği sunuyor.

Şimdi konumuzun özüne yavaş yavaş yaklaşmak üzere, çağımızdan önce yaşamış büyük sanatçılardan da birkaç örnek verelim:

Rönesans resim ve heykel ustalarının hemen hepsi büyük Yunan uygarlığının ve san'atının derin hayranı ve tutkunu olmuşlardır. Yunan estetik ölçüsü ve yalınçlık (sadelik) anlayışına rönesans çağının daha derin san'at ve insan düşüncesini "tefekkürünü" katarak, daha ileri bir güven görüşü içerisinde bu gün hayranlıkla bakakaldığımız o yüce dev yapıtları yarattılar.

Büyük usta Tizyano tablolarında Yunan heykeline ve bilhassa Braksiteles'e olan hayranlık ve bağlılığını gizleyemez.

Mikelanj usta Lavcon heykeli karşısında hayranlık ve coşkuluğun (heyecanını) saklayamamış, bütün yaşayış süresince muzdarip ve enerjik karakterine uygun bulduğu Lavcon kompozisyonunu kendisine bir metre veya devinme noktası olarak seçmiştir.

Leonardo usta at'ı belki ilk defa Braksiteles'in gadda melata heykelinden sevdi. Gerek Mikelanj usta, gerek Leonardo usta ve gerekse Rafael, İsalarındaki, Davutlarındaki, Musalarındaki ve Madonnalarındaki saç, dudak ve elbise kıvrımlarını, burun ve gözlerdeki düzgün ve biçimli çizgileri ve onların derin anlam taşıyan uyumunu (ahenk) hiç yoksanmayız ki, ya Girit Venüsünden, ya Mileli Afroditten veyahut ta Efesli Diana'dan almışlardı.

Şimdi gelelim daha yakın çağlara: Yüce sanatçı Van Gogh usta da Uzak Doğu'nun Japon enstampı'nı görüp seviyor ve onu resminde bir metre veya aksine noktası olarak seçiyor.

Van Gogh usta Japon enstampını etüd ettikten sonra gerçek kişiliğini buluyor.

Japon enstampının lirik inceliğine, kendi tinsel duyarlığını (ruhi hassasiyetini), derin iç acısını, insan ve doğa (tabiat) sevgisini katarak, bu gün saygı ve hayranlıkla baka kaldığımız yüce yapıt (şaheser) peyzajlarını alana getirmiştir.

Matis Doğu minyatürünü sevmiş ve ondan etkilenmiş.

Gremer ve Andrè Loht Doğu halılarındaki kübik düzene ve onlardaki dekoratif güzelliğe kapılmış. Halıdaki kübik ve dekoratif düzene, eşyanın plastik kavramını ve ağırlığını vererek pentür (yağlı boya resim) kuralları içerisinde kendi kişiliklerini örmüşlerdir.

Demek oluyor ki san'at hiç bir süre tek bir sanatçının tek başına alana getirdiği ve yarattığı bir şey değildir. Bütün insanlığın ortak malı, uygarlığın sonsuz bir gelişme ile uzayıveren altın zinciridir. Ve san'at evresinde de gerçek bir varlık olarak gerçek bir san'at yapıtı alanına getirmek, getirebilmek için böylelikle o sanat evrenine (Sanat dünyasına) girmek, sanatın bir zorunluğudur.

Bütün bu ünlü ustalar, çeşitli sanatlardan etkilenmişler ve ilgilendikleri sanat ve uygarlık yapıtlarını en derin ve en yetkili bir gözle inceledikten sonra kendilerine özgü yepyeni bir yöntem (tarz-üslûp) ve biçim ortaya koymuş oldukları için ölmezler. Çünkü ortaya koydukları yapıtlar tümüyle kendi sentezlerinin ürünüdür. Orijinaldir, harikulade ve enteresandır. Yapıtları karşısında etkilendikleri uygarlığın mot-amot ve maymunca bir yansılanışı yoktur. Temellerini geçmişin geleceğe bıraktığı sağlam sentez üzerine kurarak, kendi çağlarını ileri ve gerçek düşünce örgütünü (mekanizmasını) yaratmışlardır.

Bu sanatçılar yüce kişiler, olgun kişiler ve saygıdeğer kişilerdir. İnsanlık ve uygarlık tarihi bu ulu kişilerin omuzları üzerinde yükselir. Bunlara olan borcumuz hiçbir şeyle ödenemez.

Geçmiş bir uygarlıktan ve onun sanatından yukarıdaki satırlarımızda belirttiğimiz gibi faydalanabilmek için, derin bir sezgi ve geniş bir bilgi ister.

Ne yazık ki doğadaki (tabiattaki) asalaklar (parazitler) gibi, san'atta da bir sürü asalaklar vardır. Bunlar burjuva aristokrat sınıfına ve onun düşünce örgütüne bağlı kişilerdir. Yaşama ve kazanma erekleri: en kolay, en az emekle, hattâ kafa ve bedence (zihnen ve bedenen) hiç yorulmadan, çabuk başarı ve sükseye erişmek eğilimini taşır. Biricik amaçları kolay ve sükse olan bu kat'ın sanatçıları dilek ve istekleri kadar, iş ve yapıtları da bayağı ve yüzeyseldir. Hiçbir somut değer ve somut yargı taşımaz. Bilgileri kıt, kafaları da işlek olmadığından sanatın gerçek nedenlerini de bilmezler.

San'at bir burjuva için yalnızca bir kapristir. Bu yüzden sanat çevresinden bir Picasso, bir Modigliani, bir Gramer veya bir Loth çıkıp da tarihsel bir uygarlıktan faydalanarak kendisine özgü yepyeni ve orijinal bir yöntem veya bir yapıt ortaya koymasın.

Gözü açık burjuva hemen akbaba ve leş kargaları gibi üşüşür. Değil mi ki o moda ve sükse adamdır?.. Hemen sömürmeye başlar.

Picasso Afrika Zenci sanatından orijinal bir teknik ve yeni bir yöntem mi kurdu? Tamam, burjuva sanatçısı hemen kara sinek gibi konar; ve artık burjuvalar için san'at Zenci san'atıdır.. Alır başını gider o... Çünkü Picasso ünlü ve usta bir sanatçıdır ya, isim yapmıştır ya?..

Sonra örneğin Picasso bir öküz başı iskeleti alıyor, bir de eski bir bisiklet gidonu ekleyerek yepyeni, orijinal ve filozofik bir düşünce yapıtı ortaya koyuyor. Vay sen misin... Burjuva piyasasında bir hurda demircilik, bir hurda maşinizm (machinizme) dir ki alıp başını gidiyor. Burjuva kalpazan, hurdacılarda bulduğu bir kırık kerpeten, bir kırık örs, bir kırık vida anahtarını, bir kırık dişli çark parçasını ne bulursa artık... onları bir demirci ve ya bir kaynakçıya götürüp, bir birine ekletiyor, kaynatıyor, üstüne de siyah bir boya, tamam: "- Bu benim eserimdir. Ultramodern bir heykeldir!.."

Evet Picasso makine parçası ile bir öküz başı iskeletini birleştirdi. Ama o bunu bir orijinalite, bir sükse olsun diye değil, o bunu belirli bir sosyal eserin görüşünün sonucu olarak modern çağın üstün yapıtı makina ile doğayı (natürü-tabiatı) bir araya getirerek iki ölmez gerçeği sanat yapıtı haline getirdi. İki ölmez gerçeği: Doğa ile insan yaratıcılığını (onun ürünü olan makinayı) ustaca, bilgiçce birleştirdi, düşünce ve sentez haline soktu. Bu iki öge (unsur) arasındaki gerçek düzeni (ahengi) ortaya koydu. Bu yapıt Picasso'nun en övgüye yaraşık (takdire şayan) yapıtlarından biridir. Değerli sanatçıların bir saç modası gibi yansılansın, hazır lopçular elinde sömürülsün diye yapmadı ki.

Bizde de Picasso'yu sömürüp, emekçi halkımıza kendilerini sanatçı kişi diye yutturanlar çoğaldı.

Bir seramikçi bayanımız (Picasso'nun Zenci, Mısır arkeolojik eşya ve kalıtlarından ve onların üzerindeki yalınç (sade) ve primitif süs, nakış ve kabartmalardan faydalanarak bir ara denediği tabak konusunu) yıllardır kendi parmağına dolamış...

Gene ağaç yontma işleri ile 8-10 yıldır uğraşan bir bayan sanatçımız var: Onda da aynı moda tutkusu (iptilâsı)... İlle de tutturmuş, sanat mağara adamının, ilkel insanların ve ilkel toplumların sanatıdır diyor. Bu bayanın geçen yıl Fransız konsolosluğunda açtığı sergide: Bir yığın arkeoloji kalıtı özentisi, bir yığın ilkel Zenci yansılaması ağaç ve çamur işleri vardı. Hemen bunların hepsi ilkel adamın benzeği (taklidi) idi. Dayanamayıp kendisine bu ilkel adam benzeklerindeki amacını sordum.

Yanıtlaması şu oldu: "Efendim ilkel adamlar daha içten (samimi). O bakımdan onları yansılamak, onların eşya karşısındaki saf tinsel takıntılarını (haleti ruhiyelerini) yaşamak istedim."

Ben de:

- "Evet onların çağımızın çoğu sanatçılarından daha içten oldukları ne yazık ki bilinen ve ap açık bir şeydir. Ama san'atta içten olabilmek için mota-mot benzekçi mi olmak gerek? Onlar acaba hangi sanatı, hangi uygarlığı sizin gibi tıpkısı-tıpkısına yansılamışlar söyler misiniz?"

Soruyu yanıtlayamadı ve oturdu.. Ben devam ettim: "O çağın adamı kendi uygarlık ve gelişme sınırları içerisinde eşya ve doğayı ancak o kadar biçimlendirebilmiş ve duyabilmiş.. O adam bize göre daha ilkel ve primitifti ve (kendi kendisini asla gizlemeden) içten olarak, bu gün birer arkeoloji kalıtı olan o primitif, saf yapıtlarını yaptılar. Yani kendi çağlarının adamı oldular. Siz de sanatta içten olmak için onların düzeyine inmeyi seçmişsiniz bu olur mu?. Bu içtenlik değil, içtensizlik değil midir?

Çünkü o yontma taş çağının insanı, siz ise atom çağının uygar insanısınız, nasıl oluyor? İçten olmak için kendi uygar çağımızı sevmemiz ve bu uygar çağın adamı olmamız gerekirken, ille mağara adamının çağına dönmeniz o ilkelliğe inmeniz olumlu (pozitif) bir davranış mıdır?"

Evet okuyucum gene doyurucu bir yanıtla karşılaşmadım. Avrupada bazı ülkeleri gezmiş, sözde değer (takdir), ilgi ve hayranlık topladığını kimbilir hangi eş-tanıdık (ahbap) yoluyla gazetelerde yayınlatan bu sayın bayan sanatçımız doyurucu açıklama ve yanıt şöyle dursun, üstelik kızdı, kızardı ve kendisini haksız yere sıkıştırmış, kızdırmış ve kabalık etmiş olduğumu etrafımıza toplanan bir takım kürklü mantolu ince bayanlara ilân edercesine tavırlar takındı bana.. Çünkü bu sayın bayanın da bütün yüce arzusu, sonsuz kaprisi, bilinçsiz, yüksek kata (tabakaya-sosyeteye) sükse yapmak, onların yüzeysel (sathî) orijinalite kaprislerini doyurmaktı; ve bu katı hiç yoksanmayız ki öz be öz kendi katı olan burjuva aristokrat katıdır.

Geçen yıl gene bayan ressamlarımızdan birisi böyle bir sergi açtı. Başlangıçtan beri hep ultramodern resime dört eliyle sarılan ve son üç-beş yılın en koyu non-figüratifçilerinden birisi olan bu bayan ressam, bu son sergisinde, ne kadar hurda demir ve makina kırığı bulmuşsa onlara birer altlık yaptırmış, bir kısmını da demirciye bir birine ekletmiş, kaynatmış, üstüne de siyah bir boya tamam. Al sana Heykel(!) Pardon herhalde yanlış ad taktık al sana Hazır lop diyecektik.

Gene bir süre önce yanılmıyorsam 1950-52 yıllarında bir düze değişik ve yeni denemeler yaratan usta sanatçı Picasso, uzun demir çubuklardan çok derin anlam ve düşünceler taşıyan köklü geometrik ve matematik düzenlere dayanan gerçekten orijinal ve enteresan, dekoratif heykeller denedi... Vay sen misin..? Sömürücü, hazırcı, orijinalite budalası zümrenin sanatçıları, nasıl ayaklandılar, nasıl koştular, üşüştüler bu işe.. Tuza veya suya seğirten davarlar gibi... Be kardeşim Picasso bir ressam... Derinliği olan, kafalı, filozof bir usta... Bu adam mesleğinde, yani branşı olan kesimde daha da sağlamlaşmak ve gelişmek için, türlü biçimler, birçok özel yöntemler deniyor, bir şeyler arıyor, araştırıyor.

Bundan sana ne?.. Bu seni ne ilgilendirir?

Sana hemen bunları taklit et diyen kim? Sana ille gerçek san'at, gerçek heykel bunlardır diyen kim?

Sana bunların çağımızın sanatını temsil ettiğini kim söyledi?. Bu adam Picasso. Zeki, kafası işlek, cin gibi 'arı gibi' karınca gibi çok verimli, ürünü bol bir sanatçı... Bu adamdan sana ne..? Sen kendine baksana? Sen de kendi kendine yeni düşüncelerin, yeni sentezlerin üzerine eğilsene... Yok yapamazsın ki... Olmaz ki... Kofsun... Cılız ve güçsüzsün, için hoş... Üstelik kapris bütün iliklerine işlemiş: Sömürme, çalma, kolay ve bedava kazanma kaprisi...

Ve sen bu kaprisin uşağı, tutsağısın... Bir tutsağın özel bilgisi, sentezi, söyleyecek sözü yoktur. Bir tutsağın kişiliği (şahsiyeti) olamaz.

Erkin (hür) adamın bilgisi, erkin ve bağımsız sanatçının kişiliği, kendisine özgü bir sanatı ve sanat karakteri olur.

Uygarlık tarihinin hiçbir çağında, san'at bugünkü kadar sömürülmemiştir; ve hiçbir çağda sanat bugünkü kadar bilinçsizliğe, akıl ve bilim dışı eğilimlere sapmamış; bugünkü kadar kişisel duyguların oyuncağı olmamıştır. Bunun nedeninin sosyal hayattaki düzensizlik ve oynaklıkta (kararsızlıkta) olduğunu, sosyologlar ve sanat tarihi uzmanları daha yetkili olarak ortaya koymuşlardır. Bu nokta benim yazımın amacının, ereğinin ve kişisel yetkimin dışındadır.

Ben yalnızca san'atın bir moda olmadığını belirtmek istiyorum. Picasso gibi güçlü, orijinal ve kişilik sahibi bir sanatçı çıkıyor, milyonlarca sözde sanatçı da bu adamın yarattığı özlü yapıtlarını taklit ediyor bir moda buluşu durumuna sokuyor. Tarihin hiçbir çağında Picasso kadar taklit edilen, san'at çevrelerince bu kadar çok tabulaştırılan bir tek sanatçı çıkmamıştır. Hiç bir sanatçı Picasso kadar çoğunun sanat çevresini ardından sürükleyememiştir.

Ben kendimce bunu Picasso'nun erişilmezliğinde, onun tanrılığında, Olemp'in yenilmez, saltık (mutlak) egemeni (hakimi) oluşunda aramıyorum.

Bunu yalnızca ona tapanların yetersizliğinde, bilgisizliğinde ve cılızlığında aramak gerek. Bu gün Batıda ve Doğuda yeni diye, modern diye adlandırılan ne kadar Resim, Heykel ve Süsleme san'atı çeşidi varsa, hepsi bu ustanın Picasso'nun araştırmalarına, Picasso'nun denemelerine ilişkin şeyler.

İkinci neden ise Picasso'nun kolay yansılanabilmesindedir. Ama bu bence Picasso'nun kendi kusuru sayılamaz. Çünkü hiçbir sanatçı yansılanılmamak için kendi kendisini sıkmaya, tedbirli olmaya zorunlu değildir. Aslında böyle bir tedbir sanatçının gücü ve olanağı dışındadır.

Bugün Picasso yansılayıcılığı Batıda da Doğuda da var; var ama Batı ülkelerinde bu modacı topluluk karşısında, dipdiri, bilgili ve bilinçli; kişilik sahibi bir sanatçı topluluk da var. Ve bunlar gene belli bir katmanca desteklenmektedir.. Böylece Batıda gerek sanat düşüncesi ile, sömürücü, fatalist, demogojik ve fantazist sanat düşüncesi, yöntemli (sistemli) bir uğraşı (mücadele) içerisindedirler.

Ama Doğu'da bunun tam tersine: Yalnızca moda sanatı egemen. Yayın yoluyla da yalnız bu sanatın örnekleri getiriliyor.

Bunun tek nedeni Doğu'da burjuva demokrasisinin Batı'daki kadar gelişmemiş olmasıdır. Batı'daki demokrasiye biçimsel olarak yeni geçmiş olan Türkiye gibi ülkelerde bile durum böyle.

Çok acıdır ki biçimci, modacı ve sömürücü san'atın karşıtı olan; özlü, güdümlü ve gerçekçi san'atı, politik düşüncelerle (mülâhazalarla) tökezlemek, provoke etmek, Türkiye gibi gelişmemiş ülkelerde öteden beri yerleşmiş kötü bir gelenektir. Bilgi ve düşünceye saygıyı toplumsal törenin (içtimaî ahlâkın) öz ve ana kuralı sayan Batı işte bunun için her alanda ileri olduğu gibi san'at alanında da Doğu'dan daha ileridedir.

İddia şudur: San'at politikayla uğraşmaz. Öz'ü asıl ve temel devirme noktası sayan gerçekçiler, böylece sanat yoluyla politik düşüncelerinin propagandasını yapıyorlar. San'at ise estetikle uğraşır, onun yasa ve kurallarını inceler.

İlk bakışta adama akıllıca ve us'luca bir düşünce ürünü gibi gözüken bu iddia, aslında tümüyle bilimdışı (gayrî ilmî), içerisinde bir tozancık (zerrecik) bir parçacık (nebzecik) bile sağlığa yarayan vitamin olmayan, yalnızca tadı hoş, aldatıcı komprimelere benziyor.

Bir kere bilimsel olarak politika: Belirli (muayyen) bir düşünceyi veya tez'i öneren ve savunan, bunun için propaganda ve bilgi aşılama eylemidir, işidir (faaliyet).

Böylece politika, aksiyon olarak, meslek olarak, branş olarak, yöntem ve teknik bakımından sanatla asla ilgisi, benzerliği, yakınlık ve bağlantısı olmayan ayrı bir meslektir.

Ne var ki herhangi bir şeyi bir bilgiyi, bir düşünme yöntemini, bir tad ve çeşmeyi (zevk'i) aşılamak politika ise ve gerçekçi (realist), san'atta belirli bir evren görüşünü bir bilgiyi ve düşünce yöntemini, bir tat ve çeşniyi, kısaca bir çeşit anlayış ve görüşü (telâkkiyi) aşılıyorsa, diğer biçimci ve neme lazımcı sanatta aynı şeyi yapmıyor mu? O da kendisine özgü bir bilgiye, bir düşünme yöntemine, bir tad ve çeşniye bir anlayış ve görüşe sahip değil mi? Belirli bir anlayış ve görüşü aşılamıyor mu?. O halde biçimci sanatta politika yapıyor, onda da politika ve onun yayılma ögesi (unsuru) olan propaganda var demektir.

Demek oluyor ki bugün artık toplum içerisinde politik öge taşımayan hiçbir san'at dalı veya insan yapıtı yoktur. Politika toplum hayatının kaçınılmaz bir gerçeğidir.

Bu durumda gerçekçi ve devrimci san'atı sen politika yapıyorsun, propaganda yapıyorsun diye yermek, onu susturmak provoke etmek amacı ile korkunç derecede bir zorbalık, tüzesizliktir (adaletsizliktir).

Bunun kökü ve nedeni tümü-tümüne çekememezliğe, bencillik ve egoizme dayanır. Özünden başka hiçbir şeyin ve hiçbir kimsenin hayat ve serbestlik payını tanımayan bencillik...

Şimdi Picasso taklitçiliği konusunda önemli bir noktaya gelmiş olduk.

Picasso belirli bir bilimsel kişiliği olan sanatçıdır: Komünisttir. Marksist bir hayat ve evren görüşüne sahiptir. Yani insanlığın genlik ve mutluluğunun (refah ve saadetinin) Marksist teoriye uygun bir yönetim yoluyla (rejimle) sağlanacağına inanmıştır. Şu anda da Fransız Komünist Partisinde üyedir. Partiye para bakımından çok yardımları olur.Bu günkü Fransa liberal demokratik cumhuriyeti, Picasso'ya baskı yapmak, sanatını yermek, aşağılamak, onu provoke etmek şöyle dursun, tam tersine onunla övünüyor "büyük sanatçımız" diye Picasso ile onur duyuyor. Bu olgu, o toplumun bilime ve bilim özgürlüğüne olan saygısıdır.

Şöyle ki bu gün Fransa'da olduğu gibi kapitalist yönetim yoluyla idare edilen bütün Batı burjuva demokrasilerinde, komünist olmayan burjuva aristokrat katlar bile Picasso'nun resmine hayranlık duyguları besliyorlar, onun yöntemini yansılıyorlar. Bu neden?

Şimdi bunu, bu noktayı açıklamak ve aydınlatmak gerekiyor:

Picasso'da diğer bütün sanatçılar gibi önce natürü ve klâsik yöntemi izlemiş, türlü çeşitli deneme ve araştırmalardan sonra, sanattaki kişiliğini kurmuştur diyebiliriz.

Bu, diyebiliriz sözcüğünü kullanmamızın nedeni Picasso'nun çok değişen, çok denemeler yapan bir sanatçı oluşudur.

Picasso'nun ilk mavi ve pembe çağı genel olarak figüratif-neo romantik bir karakter taşır. Bunların arasında realist ve hattâ naturalist örnekler de vermiştir. Bundan sonra mor devresi denen devir Picasso'nun kübik devresidir. Tarih öncesi yabanıl (vahşi) ve ilkel budunların sanatı, Mısır-Zenci sanatının, egzotik sanatın etkileri Picasso'nun bu devresinde kendini belirli olarak gösterir. Bu gün de aynı yöntemlerin doğal duygusallığı, katıksız, lekesiz ve arı içerikliği (muhtevası) Picasso'nun tüm yapıtlarında göze batan, önde gelen bir özelliktir. Picasso san'atında sosyal içeriklikten çok, psikolojik içeriklikliğe önem veren bir sanatçı. Sanatta arılığı ilkel insanın psikolojisine inmekte arayan Picasso, böylece, sanatta yalnız sübjektif ögeyi önemsiyor ve bunu savunuyor. Bu konuda bir de sözü vardır: "Sanatta en büyük olgunluk çocuk arılığına (safiyetine) ermektir." Arkeolojik kalıtlardaki ilkel adamın arı psikolojisi ile çocuk psikolojisinin bir olduğu, bilinen bir şeydir. Picasso bu yönden de bir bakıma natüralist. Çocukla ilkel adam bilindiği gibi doğaya daha yakındır.

Picasso bu ilkel adam arılığına erişmek sübjektif öze ve temele dayanmak amacını kendi özel sanat tezi olarak ortaya koyuyor.

Bu tezinde de gerçekten başarıya ermiştir. Böylece Picasso'nun çağımız sanatına en büyük yararlı görevi (hizmeti) insancıl içtenliği (beşerî samimiyeti) getirmiş olmasıdır.

Bunu ilkel çağ adamının yapıtından ve çocuk resimlerinden sezinlemiş ve yüce bir kavrayış, incelik ve duyarlıkla (hassasiyetle) ortaya koymuştur. Picasso bu işi derin bir bilgiçlikle (vukufatla) başarmıştır. Hiçbir yüzdenliğe (sathiliye) ve yansılamaya düşmemiştir. Bu iddiada, bu janrda gerçekten tümüyle kendisine özgü, yaratma ürünü yapıtlar ortaya koymuştur. Yani kendisine özgü filozofik bir görüşün ve sentezin ürünü bir yöntem yaratmıştır.

Şimdi Picasso'nun bu subjektif içerikliğe dayanan çalışmalardan sonra ikinci bir hamle ile, dış gözleme dayanan, çağımızın toplumsal sorunlarına özen'i (dikkati) ve ilgiyi çeken yapıtlar ortaya koyacak mıdır? Orası bilinmez veya kendi bileceği bir şeydir.

Yapması gerekli midir? Bu ayrı bir tartışma ve söz konusu. Bu konuda bir süre önce Fransa'da Picasso'yu bir münakaşaya çağırdılar.

Çağımızın bir çok ünlü Avrupa sanat eleştirmecilerinin de hazır bulunduğu bu münakaşa Fransız Komünist Partisinde olmuştu.

Sanımca 1949-50 senesinde olan bu sanat münakaşasında, Picasso'ya genel olarak şu anlamda saldırıda bulunulmuştu: "Madem ki Marksist teoriyi kavramışsın, bu ideolojiye, parti üyeliğinle, paranla yararlı olduğun halde, neden sanatınla bu uğraşıya (mücadeleye) katılmıyorsun? Neden çağımızın somut (müşahhas), toplumsal sorunlarına, konularına fırçanı sürmüyorsun? Daha güçlü konuları neden işlemiyorsun da hep soyut, subjektif ve biçimci bir yöntem tutturmuşsun... Evet resim tekniğinde alışılagelen klâsik biçimi tümüyle yıkıp, eski kalıpları kırıp yepyeni bir resim sanatı kuralı kurdunuz... Fakat bundan sonra artık bir çeşit cambazlığa kadar varan bu küçük çalışmaları, sihirbazlığı bırakında bu sağlam ve yepyeni teknik olanaklarımızla güçlü konuları ele alın!..." anlamında iddialarla Picasso'yu adam akıllı sıkıştırdılar ve eleştirdiler. Bu olgu, çağımızı ilgilendiren ve çok önemli sanat olayı ne yazık ki sanat ve yayın çevremizde duyulmadı-duyurulmadı. İsmini şimdi pek hatırlayamadığım bir dergide yalnızca kısa bir haber olarak okumuştum.

Ağızdan işittiğime göre bu münakaşada, saldırıcılara karşı Picasso da çok sağlam düşünceler ortaya koymuşsa da sonunda, saldıranlara hak vermiş. Ondan sonra ne yapmış? Picasso sanatında çağımızın sorunlarına, sosyal dramlara yer vermiş mi? Yeni bir sanat atılışı (hamlesi) göstermiş midir? Bu da bizim bilinmeyenimiz (meçhûlümüz).

Çünkü plâstik sanatlar dalına ilişkin yayın, doğru ve doyurucu olarak yurdumuza gelmiyor ve bizlere iletilmiyor; bizler de edinemiyoruz.

Picasso ve onun sanatı, sanat anlayışı üzerine açıklamamızı bitirdikten sonra gelelim, Picasso'nun sömürücü, burjuva aristokrat katlar tarafından niçin sevilip yansılanılması sorununa: Bunun birinci nedeni Picasso'nun ele aldığı konuların yukarıda açıkladığımız gibi subjektif ve soyut oluşu. Burjuva aristokrat katların bireysel (ferdiyetçi) evren görüşleri dolayısiyle bu subjektif ve apistre olan nesnelerden hoşlanmalarıdır. İkinci nedeni, burjuva aristokrat katın orijinaliteden, şaşılası (acaib) değişik, egzotik (esrarengiz) ve gizli-kapalı, çözümü olmayan, çözümsüz nesnelerden hoşlanmalarıdır. Yeni olsun (burada burjuva aristokrat için yenilik hiçbir şeye benzememektir), yabansı (garibe), şaşılası olsun da ne olursa olsun. Yeter ki moda olsun, süksedan olsun. Onun için o nesnenin özü, yasası, kıvrak ve de dayandığı bilgi (fikir) önemli değil. Burjuva aristokrat işin yüzeyinde, gösterişindedir. Dışardan çekici olsun, yeter. O işin dıştan görüntüsünün özentisindedir.

İşin içine, derinine dalmak burjuva-aristokrat için yorucudur. Asla güçlüğe (zahmete) ve yorgunluğa gelmez. Prensip her öğün kolay ve üzgüsüz (eziyetsiz) elde etmek prensipsizliğidir onca.

10 Kasım 1960

 

 
AVNİ MEMEDOĞLU'NUN DİĞER YAZILARI
Politika-Sanat-Estetik Yolunda "Emeğin Ressamı" Avni Memedoğlu
ADLI KİTAPTA. BİLGİ İÇİN TIKLAYIN.

 
Bu sitede yer alan görsel ve yazınsal malzemenin tüm hakları Sorun Yayınları Kolektifi'ne aittir. © 2005.