• ANASAYFA



 
Avni Memedoğlu'nun kendi kaleminden yaşam öyküsü

1924 yılında Erzurum'un Aşkale ilçesinin Taşağıl köyünde, yoksulluklar içerisinde dünyaya gelmişim. Çevremi ve dünyayı, sırtımda yırtık ve yamalı bir entari, yalınayak ve başı kabak, köyün tozlu yollarında, insan ve hayvan pisliklerinin, kül ve çöp birikintilerinin oluşturduğu çöplüklerde, tezek kalaklarının arasında, köy koşullarının zoruyla çocuk yaşta peşine koşturulduğum kuzu ve danaların çobanlığında, Temmuz ve Ağustos aylarının amansız sıcağı altında bir iki urup buğday karşılığı, onun bunun tozlu harmanlarında döven sürmede tanıdım. Aşağı yukarı 11 yaşıma dek yalınayak gezdim. Toz toprak ve çamurdan bacaklarımın ağaç kabukları gibi yarık yarık olduğunu, geceleri sabahlara kadar çatlak ayaklarımın amansız, içten kemiren o korkunç sızı ve ağrılarını bu gün bile hâlâ beynimin içerisinde duyarım. Ağrılar biraz geçsin diye anam kanayan o yaralarıma keçi sütü sürerdi. Baldırlarımda ve ayaklarımdaki kabuk bağlayan yaralarımın böylece azıcık rahatladığını hissederdim.

Doğduğum ev, önünden köyün çayı geçerdi, çaydan biraz daha çukurda, toprak damlı, penceresiz, loş ve nemli bir kulübeydi. Her baharda çay taşınca evimizi su basardı. Ev, bir giriş bölümü, bir tandırbaşı, yahut seki denen yarım metre yüksekteki kısım ile, bir de karanlık on-on beş metre karelik odadan oluşmaktaydı. Pencere yerine evin damında yuvarlak bir baca bulunurdu. Köyde o dönemlerde bu deliklere baca denirdi, geceleri ve kışın bu bacayı tutak denilen ottan yapma yuvarlak ve ağırca bir ot demetiyle kapatırdık! Tüm köy evleri ve bacaları aynıydı o yıllar. Soba dumanını çeken bacaya da piğerik adı verilirdi. Kışın tezek ve gırç dediğimiz sığır otu ve gevenle tutuşturduğumuz, babamın pırpır dediği teneke sobayı kurduğumuz küçücük odada oturur, geceleri de anamın tandırbaşına serdiği yataklarda yatardık.

Ayaklarımız tandıra gelmek üzere serilen yataklarımızı eksi 25 derecenin üstüne çıkmayan kış gecelerinde tandırın közü ısıtırdı. Dört-beş yaşlarında, hatırladığıma göre Geyik ismini takdığımız bir sarı ineğimiz, yedi tane kadar tavuğumuz, iki tane de keçimiz vardı. Babam köylük yerde avlu denen evin en geniş alanı olan bölümde inek ve keçiler için yarım duvarla bir yer ayırmıştı; tavuklar için de ufak bir kümes. Kısacası inek, keçi ve tavuklarıyla tüm ev halkı (Ma aile) birlikte, tek dam altındaydık...

Babam Of'un Şinek kazasındandır. (Babamın babası Salih Hoca memleketinden Aşkaleye göç ediyor. Goşapaar köyünden bir Kürt kızıyla evlenip bu yöreye yerleşiyor...) İlk evliliği amcasının kızıyladır. Bu evlilikten 11 çocuğu olmuştur. Akraba evliliği yüzünden çocuklarının hiçbiri yaşamamıştır. Üçüncü eşi anamdan olan bizlere ölen çocuklarının isimlerini koymuştur. Babamın bu ilk eşi doğum üzerine ölmüştür.

Babamın ikinci eşi çok güzel bir kadındır. Çar ordularının Doğu'yu istila ettiklerinde, yerli faşist Ermeniler, kadının güzelliğini Ruslara ihbar etmişlerdir. Çar'ın subayları babamı dövmüş, beline vurmuş ve bir ağaca bağlamış, gözü önünde karısına sırayla, canavarca tecavüz etmişlerdir. Bu olaydan sonra, 20 gün içinde de babamın çok sevdiği ikinci eşi ölmüştür.

Bu yoksul yuvanın başı (reisi) babam, köyün imamı idi. Erzurum'da Fatih Medresesi Külliyesinde tam 16 sene (tedris eyledikten) okuduktan sonra Yemen'de 7 yıl askerlik yapmıştır. İlkin yakınımızda Musadanışman köyü denen köye imam olarak gelmiş, seferberlik yıllarında birinci ve ikinci karıları öldükten sonra, doğmuş olduğum Taşağıl köyüne göçmüş, 1921-1922'lerde sokakta taşların üstünde oyun oynayan ve 13 yaşındaki anama talip olmuş. Babam o sıra galiba 55 yaşlarında falan. Babamın üzerinde büyük otoritesi olan Halam (Rabia), anamı görmüş, sorup soruşturmuş ve bu evliliği hazırlamıştır. Babam başlangıçta bu evliliğe razı olmamıştır. Babamın, anamdan tam 11 tane çocuğu dünyaya gelmiştir. Beş tanesi ölmüşler; ilk çocuğu ablam, ikinci ben (5 oğlan, bir kız) ölmemişiz. Çünkü çekecek sosyal çilelerimiz varmış gayri.

Yukarılarda tanımını yapmaya çalıştığım ilkel, loş ve karanlık (izbe) evde 1923'te ablam doğmuş, bir yıl sonra ben, benden sonra Hanife adlı kardeşim 3 aylık iken ölmüştü; sonra daha bir yaşındayken ölen oğlan kardeşim. Adını Hilmi koymuştu babam.

Tarihin İlk Çağ mağara evlerini anımsatan evimiz, kendimizin değildi. Çok güzel klarnet çalan esmer, ince ve ince uzun parmakları olan Zurnacı Mehmed denen köyün zurnacısının, ölen babasından kendisine kalan bir taşınmazı idi. Köylü, Zurnacı Mehmed'in babasına Gobal takma adını (lâkabını) taktığı için bizim kiracı olarak oturduğumuz bu eve: Gobal'ın evi denirdi. 1925'in ikinci ayında dünyaya gelen 5. oğlan kardeşime Hilmi'nin adını vermişti babam.

O yıllarda köy imamlarına şimdiki gibi devletçe aylık verilmezdi: Köylü yılda imamlık ücreti karşılığı babama anımsadığım kadarıyla 60 kile buğday, bir kış yetecek kadar tezek, gırç ve geven ile, yıllık üzerinden ev kirası olarak da Zurnacı Mehmed'lere 10 kile buğday verirdi.

Babamı çok iyi hatırlıyorum: Sevecen, ateşli, coşkulu bir insandı. Anamı çok severdi. Çocukları ve hayvanları çok severdi. Tüm köyün çocuklarını, kendi çocukları gibi kucaklar, göysüne (bağrına) bastırarak şapur-şupur öperdi. Karıncaları ezmemek için de hep önüne bakarak, başı ve gövdesi öne eğik yürürdü.

Sosyal yapısıyla baş kaldırıcı (reaksiyoner) bir tipti. Kötülüklere ve haksızlıklara karşı tahammülü yoktu. Bencil, cimri, acımasız, dalkavuk ve ikiyüzlü kimselerden nefret ederdi. Dinsel bir mesleğe mensup olduğu halde softalara ve bağnazlara şiddetle karşı idi.

Hatırlıyorum şöyle derdi: "Bu ülkede ilk önce düzmece (sahte) dindarlarla, softaları temizlemek gerek." 1929'da Erzurum'da ilk kez düzenlenen baloya katılmış, baloda Gazi hazretleri dans edip rakı içmiş, babam ise ayran içmiş, M. Kemâl'e: "Gazi hazretleri, bu memlekete bir keskin kılıç lâzım; önce fukara milleti soyan ağa ve mütegallibeye, sonra sahte dindarlara... Başka bir çare düşünemiyorum..." dediğini ilerici herkese söylerdi. (Halamın eşi M. Fikri Saygın'ın: "hayatta tanıdığım en büyük insan babanızdır." sözünü daima hatırlarım). Yolda, yabanda rastladığı yorgun, aç ve yabancıları (garibanları) eve yemeğe getirir, yoksul soframızda ağırlamaktan, onların karnını doyurmaktan sonsuz bir haz duyardı. Kısacası babam ateist ve katışıksız bir 'islâm sosyalisti' idi diyebilirim. Bu nedenle köyün ağası ve onun güdümündeki muhtarlıkla (ihtiyar heyeti) arası hep limonî idi. Köyün yönetim kurumu ve onlara bağımlı çevrelerle arası iyi gitmeyen babam, kızdığında imamlığı bırakır, kiraladığı tarla ve bostanları küçük çapta ekerek geçimimizi sağlardı. Bazen de başka köye göçer giderdik. 1936 yılına kadar aile yaşamımız Taşağıl, Pırnakapan, Saptıran, sonra yine Taşağıl köyünde konup göçme biçiminde sürüp gitmiştir. Kişiliğim üzerinde babamın ilk etkileri derin izler bırakmıştır! Babamın yazısı çok güzeldi. Arapça çok güzel kıblegâhlar yazardı. Çok güzel marangozluk işleri yapardı. Duvar örerdi..

Sanatçı bir insandı babam. İşlerinde titiz ve disiplinliydi. İş töresi (ahlâkı) üstün bir insandı. 1926'daki yazı devrimini benimsemiş, kısa sürede öğrendiği Latince alfabeyi köylülere, köylü gençlere öğrettiğini hatırlıyorum. 1932'deki kılık ve şapka devriminde hiç unutmam başındaki fes-sarığı atarak köyde ilk kez kasket şapkayı giydiğinde, bu eylemini köyün bağnaz ve ağa takımı çok yadırgamış, yermişlerdi.

Tüm çağdaş değişimlere ve yeniliklere açık olan kafa yapısı nedeniyle feodalizmin cenderesinden kurtulamayanlar, babama bayağı diş bilerlerdi.

Ayrıca son derece şakacı, espirili olan babam, bu gibilerle esprili konuşmalarıyla takılır, sonunda da herkesi güldürür, yumuşatırdı. "Benim yaptıklarım İslâmın ve Peygamberin emridir" derdi.

 

DEVAMI İÇİN TIKLAYIN

 
Bu sitede yer alan görsel ve yazınsal malzemenin tüm hakları Sorun Yayınları Kolektifi'ne aittir. © 2005.