• ANASAYFA



 
AVNİ MEMEDOĞLU'NUN SANAT ANLAYIŞI

GERÇEK SANAT ÜZERİNE *

 

Saygıdeğer arkadaşlarım,

TİP Gençlik Kolu Başkanı Ali Yaşar arkadaşımızın ricası üzerine ben de böyle bir konuşma başlığı seçtim. Sanat dergilerimizde uzun süre tartışması olmuş bir konu: Gerçek Sanat. Peşin olarak belirteyim ki nutuklar, konferanslar, özellikle şu anda seçmiş olduğum konuşma bir sanatçının ele alacağı, bol döküman ve belgelerle enine boyuna sunabileceği bir konu değildir. Daha çok sanat teorisyenlerinin geniş anlamda etüd edeceği bir konudur.

Onun için ben yalnızca bir sanatçı olarak (bir teorisyen olarak değil), şöyle böyle 15-17 yıllık sanat hayatı boyunca, kendi sanat anlayışından dolayı oldukça da acı günler yaşamış (kelepçelenmiş, dayak ve işkence görmüş, hücrelere atılmış ve üç kez mahkemeye verilmiş, üçünde de sanat anlayışının suç olmadığını, bir sanat anlayışının suç olmadığını, yapmaya çalıştıklarımın bir sanatkârlık görevi olduğunu isbatlamış, beraat etmiş) bir sanatçı olarak karşınızda konuşmuş olacağım. Sizlere yapmış olduğum bu açıklama ile belki şunu demek istiyorum (Herkes yapabildiği kadar bilir).

Bu yüzden aramızdaki sanat teorisyeni olan arkadaşlardan eksik yanlarımı bağışlamalarını dilerim. Gerçi sanat konusunda gerek kendilerinin ve gerekse yabancı teorisyenlerin yayınlamış oldukları kitapları mesleğim gereği ben de okuyup inceledim; ama daha yukarılarda da kapalı olarak işaret ettiğim gibi, bildiklerimi meslekî çalışmalarımın ve hayat gözlemlerinin süzgecinden, imbiğinden geçirdikten sonra, kendi sentezim olarak sizlere sunacağım. Kanımca psikologlar da bilginin tanımlanmasını böyle yapmışlardır.

Karakterim, huy ve yaratılışım dolayısıyle resimlerinde olduğu gibi, düşüncelerinde de gördüğümü, okuduğumu ve işittiğimi aynen iletmeyi, eskilerin dediği üzere bir Nâkil olmayı sevmem. Bu noktada başkaları da ne derse desin aldırış etmem. Çünkü insan bir papağan, ya da gözü kapalı bir hafız değil, karınca kararınca kafası işleyen bir yaratıktır.

Şimdi yavaş, yavaş konumuza girelim.

Dedikleri Gerçek Sanat başlığı ya da konusu sanat çevrelerimizde, özellikle bizde çıkan (maaşallah sayıları da bir hayli çok olan) sanat dergilerimizde (!) epeyce yazıldı çizildi ve de sövüldü sayıldı diyebiliriz. Bir iki yerli kitap da yayınlandı bu alanda. Sövüldü, sayıldı dedim, bununla şunu acı bir gerçek olarak ortaya koymak istiyorum: bizdeki tüm bu yazışmalar bilinçli bir sanat uğraşısı -mücadelesi olmaktan çok, onları yazanların egosunu doyuran birer boşalım (deşarj) aracı oldu.

Sonunda baktık ki iş tarafsız bir sanat bilim uğraşısı değil, bir senlik-benlik; Arapçası ile bir şahsiyat sorunu imiş. Bu anlattıklarım bizde son 5-10 yıllık yayın hayatımızda kendilerini gösteren toplumcu sanat kuramcıları ve yazarlardır, ki başlangıçta biz toplumcu sanatçılar da bu yazarların yazıları karşısında (eh artık yurdumuzda ölü sanata karşı yaratıcı, devrimci ve yaşayan sanatın düşünsel alandaki sınıf kavgası başladı. Bizleri tutacak, destekleyecek kuramcılarımız, yani teorisyenlerimiz çoğalıyor) diye sevinçlere daldık.

Oysa nerede.? Onlar artık deşarjlarını yapmışlardır (èncensiyansseları) bilinç altları rahatlamıştır. Türkiye'nin bir sanat sorunu varmış onlara ne? Bu toplumcu bayların, yaşayan sanat teorisyenlerinin bir kısmı da dergi çıkarır. Editördürler, yayınevi sahibidirler.

Örneğin şu 3-4 yıl içerisinde yurdumuzda en namuslu yazarlar, ressam ve ozanlar bir kaç kez kara ve yobaz düşünceliler tarafından jurnal edilerek, koğuşturmaya ve soruşturmalara uğramış; hücrelere atılmıştır. Bunların bazısı sanata ve sanatçıya karşı işlenen hakaretler karşısında aklını kaybetmiş; tımarhaneyi boylamıştır. Batılı radyo ve yazın organları durumu dünya kamuoyu önünde protesto ettiği halde, bizdeki devrimci sanat kuramcıları, eleştirmen ve editörler susmuşlardır. Haydi diyelim ihtilâl hukûmeti, sıkıyönetimler -mıkı yönetimler bu yüzden sustular. Türkiye'de bu gün, şu günlerde, tutuculuğuyla tanınmış ağızlar bile bir takım ilerici hareketlerden, reformlardan söz ederken, bizim devrimci sanat teorisyenlerimiz, eleştirmen ve editörlerimiz neden hâlâ yaşayan sanatı ve ona yapılan sataşmayı (yani tasallutu) bir sanat sorunu olarak ortaya, kamuoyuna sürmezler? Bunun nedenini daha sonra açıklayalım.

Arkadaşlarım buraya kadar yarı taşlama, yarı yakınmalarımla birlikte ortaya iki sanat türü attım. Birine toplumcu, devrimci, yaşayan sanat dedik. Ötekine ölü sanat.

Böylece aktüelden (güncelden), hareket edip, bilimsele doğru giderek Gerçek Sanatın açıklamasını, tanımını yapacağız.

Bunun için birazcık güzel sanatlardan haberli olacağız; Güzel sanat neye derler? Güzel sanatların kökeni (yani menşei) nedir? onun üzerine konuşalım.

Güzel sanatların türlü kollarından ve bu kolları geliştiren ekonomik ve sosyal nedenlere uzanalım. Bu anlatacaklarımı aşağı yukarı bütün aydın arkadaşlarım bilebilirler.

Ama ben konuşmamı hazırlarken, bu haftalık kültür programlarının T.İ. Partimizin Kültürel Eğitim amacı ile düzenlendiği bu konuşmasında genel bir kültür düzeyine (seviyesine) ermiş aydın üye arkadaşlarımdan çok, türlü olanaksızlıklar (yani imkânsızlıklar) içerisinde genel bir kültür edinememiş işçi üye arkadaşımı düşündüm. Ama güzel sanatlar hakkında az çok bir bilgi vermeyi düşündüm. Ama herhangi bir sanat eseri karşısında nasıl bir durum takınacağını, hangi açıdan bakınılacağını karınca kararınca öğretebilirsem partili bir sanatçı olarak, bu çatı altındaki görevimi de yapmış olacağım.

Değerli dinleyenlerim, çoğunuz bilirsiniz ki her insan az veya çok oranda güzeli, güzel olan şeyi sever. Her insanın güzele ve güzelliğe karşı bir eğilimi (temayülü) vardır. Örneğin süslenme eğilimi gibi.

En ilkel bir budunun (kavimin) insanından tutun, en uygar (yani medeni) bir toplumun insanına kadar herkeste bu güzel sevgisi, süslenme eğilimi vardır. Buna Arapçada insanın zevki selimi derler ya.

Güzeli, güzelliği seven insanoğlu bu sevgisini böylece ilkin kendi kendisini süsleyerek ortaya koyuyor, gösteriyor. Saçını tarayarak, bıyığını burarak, biçimli giysiler giyinerek, koluna, parmağına bazı halkalar takarak, boynuna süslü taş ve madenlerden yaptığı gerdanlıklar asarak ve bunun gibi.

Geçmiş bilimi (yani tarihi) incelediğimizde insan topluluklarının üretim araçları geliştikçe, insanoğlunun bu (Latinlerin Estetik, Arapların Bediî, bizim de Güzel dediğimiz) yanı gelişiyor bakıyoruz.

Barındığı kulübeye kendince bir düzen veriyor.

Kullandığı çanağı, destiyi süslüyor, onu kendi isteğince biçimlendiriyor. Avlandığı av bıçağının üzerine, kınına avlama özlemini duyduğu, ya da korktuğu hayvanın benzeğini (motifini, tasvirini) kazıyor. Okunu, kargısını, yayını nakışlıyor. Sonuç olarak üretim araçlarının gelişmesiyle daha da örgütlenerek gelişen toplum içerisinde bu iş, bir gereksinme (ihtiyaç) alanı oluyor. İş bu aşamaya (bu safhaya) gelince bu, kendiliğinden bir üretim yolu, bir meslek oluyor. Toplum içinde bu işi daha iyi yapan insanların yaşama ve üretim uğraşısı oluyor. İnsanoğlu Güzele karşı olan bu düşkünlüğünü, yalnız biçim (şekil), çizgi ve renklerle göstermemiştir. Sesle, ıslık ve şarkı ile, güzel konuşma ile, yazının gelişmesinden sonra da güzel, dokunaklı ve etkili yazılarla da ortaya koymuştur.

Böylece ekonomik nedenlerle gelişen, örgütleşen toplumsal yaşam (içtimaî hayat) içerisinde, süreyle oluşan (yani teşekkül eden) düşün (fikir) ortamıyla birlikte biçim ve motifler günlük eşyadan ayrılarak Heykel-Resim ve Süsleme sanatı kimliğini ve özgürlüğünü kazanıyor. Ses ve şarkı müzik araçlarıyla da birleştirilerek Müzik Sanatı kimliğini kazanıyor. Yazının gelişmesiyle, yazıyla güzel erek (meram) anlatma sanatı, yani gökçe yazın (edebiyat) doğuyor.

Bir de köy, bucak, ilçe ve illerin gelişmesiyle Yapı Sanatı (mimarî) denen sanat doğuyor. Doğanın (yani tabiatın) sert etkilerinden, yırtıcı hayvanların saldırısından korunmak için, yaptığı barınağa, yapıya, yani oturduğu eve, insanoğlu içindeki Güzel Sevgisini katarak Yapı Sanatını (mimariyi) kurmuştur. Ki bu gün mimarî insanın mutluluğu ile çok önemli derecede ilgili bir Güzel Sanattır. Güzel sanatların en önemlisidir.

Demek ki güzel sanatlar: Yapı (mimarî), Heykel, Resim, Süsleme, bir de süslemenin bir kolu Afiş olmak üzere bir grup oluşturuyor (teşkil ediyor). Buna uluslararası sanat deyiminde Plastik Sanatlar denir.

İkinci grup Müzik Sanatı. Ses müziği ve bir de araç müziği olmak üzere iki ana bölüme ayrılır.

Ayrıca folklor, orkestra, caz diye türleri vardır.

Üçüncü güzel sanatlar grubunu gökçe yazın (edebiyat) oluşturur.

Göçke yazın sanatının da türlü kolları ve dalları var: Birincisi şiir, ikincisi koşma, ağıt ve destan, üçüncü beti (yani mektup nevi), dördüncüsü kısa ve uzun masal (yani hikâye nev'i), beşinci tür Romandır. Altıncı olarak da Tiyatro Sanatı. Tiyatronun da dram, komedi, opera, operet, monoloğ ve diyaloğ gibi bölümleri var.

Böylece Güzel Sanatlar hakkında kısa bir özet yaptıktan sonra bu konuşmanın başlığına yani (Gerçek Sanat)'a gelelim. Öyle ya bu savlı (yani iddialı) başlığın altından kalkmak gerek. Sanatsa sanat! Artık bunun gerçeği, merçeği ne oluyor? Ne demektir bu gerçek sanat?

Arkadaşlar kuru, yalınç ve objektif bir düşünce ile, yahut eski deyimle (sathî bir mülahazayla) işe koyulursak eğer, yukarki yerici sorularla kesip atarız ve emeğin, bilim ve aktörenin alabildiğine sömürüldüğü düzensiz bir toplumda, bilim ve Sanat Uğraşı diye de bir nen'e (bir şeye) gereksinme duyulmaz. Miskince bilinçsiz, mantar gibi oturmamız gerekirdi yerimizde.

Arkadaşlar mantarın gene yararlısı, yenen bir türü vardır. Besini de çoktur. Bir de it mantarı denen kara, zehirli bir türü vardır, ki insanın mantarı bu ikinci tür mantara benzer.

Çoğunuz bilirsiniz üretim ilişki ve sistemleri değiştikçe toplumun yapısı, örgütü de, üretim sistemindeki mantığa uyar.

İlk çağlarda insanoğlu kendi yaşamını kendi emeği ve gücü ile kazandığı için daha aktöreli (namuslu) idi. Bu yüzden ilk çağ insanının bıraktığı eserler bütün primitifliğine karşın, daha sıcak, daha candan, lirik ve insancıl (beşerî) bir anlam taşır. Üstelik dürüst, atılgan ve dinamiktir.

Çağlar geçtikçe güçlülerin, güçsüz ve yoksullara karşı egemenliğinin de arttığını görüyoruz. Toplumun tüm emek ve güçlerini kendi yararı uğruna kullanan egemenler, sanatı ve sanatçıyı da kendi hizmetlerinde görmek isteği ile, ülkenin sanatçılarını korumuş, onlara büyük çapta ısmarlamalarda bulunmuşlardır. Tarihte derebeyi, aristokrat, papaz, kral, kent adlarını taşıyan bütün egemenler (yani hâkimler) sanatçıyı kendi hizmetlerinde çalıştırırken, sanata bol para yağdırırken bunu egemenliğin bir şanı, bir mesenlik sayıyorlardı. Aslında egemenlerin sanata ve sanatçıya karşı bu kayralığı yani (lütufkârlığı), insan üzerinde büyülü, uyarıcı ve uyandırıcı bir niteliği (vasfı) olan sanatın kanını emdikleri halk yığınlarının hizmetine ve onların safına geçmesini önlemek eğilimine dayanır. Sanatçıya karşı egemenlerin takındığı bu sözümona babacanlığın altında, gerçekte bu korkunç bencillik gizlidir. Yukarıda adlarını saydığımız egemenleri, o sözümona mesenleri (yani hamileri) velinimet sayıp, dalkavukluk ve yardakçılık eden az sayıda sanatçının dışında, çoğu sanatçı, egemenin öz kendi resmini yaparken bile, sanatın onurunu harcamamış, ağır başlığını bozmamıştır. Sanata kötülük (ihanet) etmemiştir. Egemenler tarafından büyük kayırılmalar gören tarih öncesi ve tarih sonrası tüm sanatçılar, Mısır'da Karnak tapınaklarından, firavunların piramitlerinden, İran'da Persepolis sarayından, Babil'in Asma bahçelerinden, Hindistan'ın Taç Mahal'inden, İslâm, Arap ve Selçuk, Osmanlı saray ve tapınaklarına kadar. Yunan Akrapolü'nden, Roma Katedrallerine ve Bizans Ayasofyasına kadar. Rönesans ve taa 19'uncu asır başlarına dek egemenlerin, krallık ve kiliselerin kayırılmasına erişmiş (mazhar olmuş) güzel sanat ustaları çoğunlukla bilimin ve sanatın kurallarına bağlı kalmış, insan onuruna saygı duymuş yüce kişilerdir. Böylece kendi kendilerine de olan bu inanlı saygılarını yüzyıllar ötesine iletecek kadar sağlam, lirik ve özlü yapıtlar bırakmışlardır. Bunların çoğu plastik sanatlara ilintili (mensup) sanatçılar.

Gökçe yazın alanında, egemenler tarafından korunup ta, egemenlere yardakçılık etmeyen ozan ve yazarlara pek az rastlanıyor. Gökçe yazında tersine egemenlere ve egemen katlara ve de onların yazarlarına karşı halkın kendi içinden çıkan halk ozanları yetişmiştir. Örneğin bizde Pir Sultan Abdal, Ehmede' Xani, Cigerxwin, Karacaoğlan, Köroğlu, Dadaloğlu ve bugün Ali İzzet Özkan, Kul Hasan, Hıdır Gürel, Nesimi Çimen, Ali Rıza ve Veysel gibi.

Tarih öncesi sanatta (ki bu tarih öncesi sanatın çoğunu plastik sanatlar oluşturur) bizim özenimizi (dikkatimizi) çeken en ilginç nokta bu yüce yapıtların kimler, hangi sanatçılar tarafından yapıldığının belli olmayışı.. Yapıtların imzasız oluşu.. Çoğu tapınak, hükümdar sarayı ve firavun gibi uluların mezarlarından oluşan bu yapıtların sanatçılarının bilinmezliğinin türlü nedenleri başında Hakan ve Firavunun ya da İmparatorun yönettiği ülkede tek ve biricik sahip olarak tanınmasıydı. Onun tanrısal gücü ve kişiliği karşısında hiç bir kimsenin benlik ve kişilik iddia edemeyeceği inancı ve baskısıydı.

Hristiyanlık ve İslâmlık dinlerinden önce, Hakanlar (yani hükümdarlar) kendilerini halka zorla, Tanrının yer yüzündeki mümessili ya da Tanrının kendisi saydırmışlardı.

Pençesi altındaki insanları bu denli küçük ve köle gören bu egemenlere karşı, insan üstünlüğünü, onun yüce ve saygıdeğer kişiliğini ortaya koyup yüzyılların ötesindeki sunduğu yapıtları (eserleri) ile, o çağlarda yaşamış yüzbinlerce büyük sanatçının olduğu isbatlanmıştır. Bunlar uygarlık tarihinin isimsiz kahramanlarıdır. Bunlar yüzyıllar boyunca, hemcinslerini küçük ve bayağı gören, acımasız ve kıyıcı egemenlere karşı, insanoğlunun tam tersine yüceliğini, üstünlüğünü yapıcı ve yaratıcı olduğunu, saygıdeğerliğini somut işlerle savunmuşlardır. İnsanlığın ve insan onurunun bu yılmaz savunucularının günümüze dek kalan yüce yapıtları karşısında bu gün şapkamızı çıkaran bizler, ayriyeten onlara karşı olan iç yükümümüzü (yani minnet duygumuzu) ödemiş oluyoruz.

Tarihin en eski sanat yapıtlarına eski Mısır, Mezopotamya, Hint, Çin ülkelerinde rastlıyoruz. Batı'da çok tanrılı Yunan uygarlığının sanatı, Doğu'daki Tanrı krallar ülkesinin sanatından daha ayrımlı (farklı) görülür. Bu ayrılık hiç kuşkusuz diyebiliriz ki, önce dini inançlardan doğuyor.

Savaş, yağma ve kölelik, ekonomi düzenine bağlı olan gerek Asya, gerekse Avrupa kavimlerini birbirinden ayırdeden temel öge, yani ekonomi değil, yalnızca o çağların sosyal inançları sayabileceğimiz Dinlerdi.

Temel öge dediğimiz ekonomik düzen, çeşitli tanrıların ve egemenlerin baskısı altında sürdürülen tutsaklık (kölelik) ekonomi düzeni idi.

Gerek Hristiyanlık ve gerekse, İslâmlık gibi iki büyük din, tarihte kölelik ekonomi düzenini kaldıramamıştır; yalnızca herkesin tek bir Tanrı katında eşit olduğu inancı ile, güçlüler yoksulları ve köleleri, okşayarak, tatlı dille sömürüyor.

Örneğin yolda giderken devesine biraz kendisi biraz da kölesini bindiriyor. Kölenin de özgür ve bir deve sahibi olmasını aklının köşesinden bile geçirmiyor ne Hristiyan ve ne de İslâm.

Köle gene köle, bey gene bey, egemen gene egemen.

Bu çelişik ve sahte iki düzenin sanat'a, sanat dünyasına etkisi çok belirli olmuştur.

Zehiri insan oğluna altın tas içerisinde sunan bu iki din, yer yüzünde insanı kurtaramayıp tersine daha çok karamsarlığa ve hayâl kırıklığına sürüklemiştir. Milâttan önceki sanatta gözüken doğaya (hayata) yakınlık, sımsıkı bağlılık ve dinamizm yerine, Hristiyan ve İslâm sanatında platonik, irreal, ince ve acımalı bir hava görürüz. Sanatçıda, milattan önceki ustasının direncini, atılışını göremeyiz. Çünkü büyük kurtuluş umudu ile peygamberlerin, halife ve papazların arkasından koşan, bu uğurda milyonlarca kurban veren insanoğlu, sonunda yine tutsak olarak Egemenin pençesinde kalıyor.

İslâmlıkta resim yasak olduğu için plastik sanatlar daha çok süsleme, nakış, hattatlık, minyatür ve mimarî alanında kalmış.

Hristiyanlıkta resim ve heykel yasak olmadığından diğerleriyle birlikte, bu alanda özel bir gelişme sağlamıştır. Bu yasaklama olmadığı içindir ki Batı minyatürü Rönesans resim sanatını hazırlayacak kadar gelişme olanağına erişmiştir.

Sanattaki Hristiyan pesimizmi Rönesansla sona eriyor.

Gerek Hristiyanlık, gerek İslâmlık insanlığın ızdırabının sona ermesini tamamen subjektif, irreal yollardan aradığı için, sömürmeye, güçlünün egemenliğine ve köleliğe son verememiş, gelişen teknik ve ekonomi baskısı altında, dünyanın Papa ve Halife tarafından artık güdülüp, yönetilemeyeceğini insanoğlu yüzyıllar sonra anlamıştır.

Böylece ilk uyanış Batı'da oluyor. Tarihçilerin 'yeniden doğuş' adını verdikleri Rönesans bu uyanışın başlangıcıdır. 15-16 ve 17. yüzyılları kapsayan Rönesans, akıllı papa, kral ve aristokratların o süreçte yetişen bilim, teknik ve sanat erlerini daha özgür ve saygılı bir yöntemle ayarma (teşvik) ve korumaları ile gelişmiştir. Çünkü bu onlarca bir ölüm-kalım sorunu olmuştu. Batı'da derebeylik düzenine karşı birleşen kilise ve papalık, ayakta durabilmek için zorunlu olarak bilim ve sanat erlerini kendi saflarına alarak korudu ve ayartdılar.

Kendi devrimci öz yapıları gereği tarihte tüm bilim ve sanat erleri, ileri kımıldanmaları desteklemişlerdir. Bu çağda tarih öncesi Yunan antikitesi ve klasizmi daha bilimsel ve gözlemci bir yöntemle yeniden etüd edilerek, kendi çağının düşüncesi ile birleştirilip, sağlam temeller atıldı. Anatomi bilimi ile resim ve heykelde varılan gerçek kavramı bu sanatları insana daha da çok yaklaştırdı.

Yahut insanı daha da çok yaşayan sanata doğru itti. Sanatın bu çağda tarih öncesinin katılığından kurtulup, daha da çok soluk aldığını, yüreğinin ve damarlarının attığını görürüz. Bu gerçek ve doğa sevgisi, gelişen ekonomi ve üretim şartları karşısında mistisizmin çöküşü idi. Bu uyanma karşısında, daima egemen güçlerin, krallığın yardakçılığını yapmış olan Kilise ve onun Engizisyon mahkemeleri bilim ve sanat erleri üzerinde baskı yapmaya kalkar. Bu baskının, bu bağnazlığın sıkıcı etkisini, bir çok Rönesans sanatçısının yapıtlarında görürüz. Leonardo da Vinci'nin, Michelangelo'nun, Greko'nun yapıtlarını örnek olarak gösterebiliriz. Her ne kadar kilise ve saray bu büyük ustaları tutmuş, büyük siparişler vermişlerse de, kilise yöresinde toplanan koyu bağnazlar, gerçekçi bilim ve sanat erlerini tedirgin etmekten beri durmamıştır. İnsan bedeninin doğal güzelliğini humanist bir anlayış içerisinde çıplak larak etüd ettiği için Michelangelo'nun Sikstin Kilisesi tavanlarına yapmış olduğu çıplak figürlü freksler yerilmiş, ünlü Davut Heykeli bir kaç kez taşlanmıştır.

Batı'da bu gerçekçi, bilimci akımla, bağnazlık yani mistik demagoji çatışması burjuvazi ayaklanmasına (ihtilâline) dek sürer ve bu güne dek de sürüp gitmektedir. Düşünce ve sanat alanının Rönesansla başlayan bilimsel gerçekçilik çatışması ile mistisizt ve pesimist evren görüşü çatışması, dünya kurulalıdan beri süregelen sömürülenle-sömüren arasındaki çatışma ve savaştır. Rönesansta daha belirgin bir durum alan bu savaş buhar gücünün keşfi ve sanayileşme ile birlikte kapitalizme geçişte daha başka ve değişik görüntüler sunar. Ki bu güne değin sürüp gelen bu savaşta, bilimin, sanatın ve insanlığın onurunu zedeleyen, insanlığın ağırbaşlılığı ile asla bağdaşamayan nice sözde bilim ve sanat olayları olmaktadır.

Bilime ve sanata, gene sözümona bilim ve sanat adı altında nice-nice kötülükler (ihanetler) edilmektedir. Ne korkunç trajediler oynanmaktadır? Bunu bir dahaki cumartesi günlerinden bir günde sanattaki klasizmden başlayarak, Romantizm, Natüralizm, Realizm, Empresyonizm, Ekspresyonizm, Fütürizm, Kübizm, Fovizm, Dadaizm ve Non-Figürativizm ile Sosyal Realizm akımları üzerinde duracağım. Ve konusuna göre kısa konferansımın en ilginç ve en iddialı kısmına gelmiş olacağım. Gerçek Sanatın ne olduğunu dilim döndüğü oranda sizlere anlatmaya çalışacağım.

 

* : TİP Eminönü İlçesi, Eğitim Çalışmaları Seminerinde' Memedoğlu tarafından yapılan konuşmanın metni, 1963.
 

MEMEDOĞLU'NUN SANAT ANLAYIŞINA İLİŞKİN DİĞER METİNLER
Politika-Sanat-Estetik Yolunda "Emeğin Ressamı" Avni Memedoğlu
ADLI KİTAPTA. BİLGİ İÇİN TIKLAYIN.

 
Bu sitede yer alan görsel ve yazınsal malzemenin tüm hakları Sorun Yayınları Kolektifi'ne aittir. © 2005.